Felsefeden Siyasete Bir Gezi Sempozyumu
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü
9-11 Nisan 2014
Gezi Direnişi: Kamusal Alan ve Çekişmeci Siyaset Üzerinden Bir Analiz
Yrd. Doç. Dr. Ömer Turan
İstanbul Bilgi Üniversitesi (omer.turan@bilgi.edu.tr)
31 Mayıs 2013 Cuma günü Gezi Parkı direnişi için onbinlerce insan Taksim’e geldiklerinde, polis şiddeti ile birlikte ilk fark ettikleri şey, protestocu sayısının yüksekliğiydi. İlk andan itibaren polisle çatışmanın en öne saflarında değil, ama arkalarda ne olup bittiğini anlamaya yönelik çabalar, tartışmalar başladı ve bu çabalar 1 Haziran’da göstericilerin parka girmelerinden sonra da devam etti. Katılımcı sayısı ve kent hayatının normal akışına etki etme bakımından Haziran 2013, bir bakıma, 15-16 Haziran 1970’e benzemekteydi. Kahire’deki Tahrir Meydanı’nın 2011’deki hali ve yine 2011’de başlamış olan Occupy Wall Street hareketi diğer kıyaslama unsurları olarak öne çıktı. Meydan ve kentsel mekânla kurulan ilişki ve parklar bağlamındaki benzerlik bu kıyaslamaların dayanakları arasındaydı. Dahası, David Harvey’in Asi Şehirler kitabında dile getirdiği Occupy Wall Street hareketine dair, “şehrin merkezinde iktidarın ağırlığını yoğun olarak hissettirdiği bir kamusal mekânı, park, veya meydanı alıp bu mekâna insan bedenleri yerleştirerek kamusal alanı siyasi bir müşterek alana çevirmek” tanımı da bir bakıma Occupy ile Gezi Parkı direnişine bir benzerliğe işaret ediyordu. Gezi Parkı’na dair tartışma da gerek mülkiyet olarak kamuya ait olmak anlamında kamusal olan, gerekse mekânsal olarak kamusal alan olan bir parkın özel bir alışveriş merkezine çevrilmesine ilişkindi. Bu çerçevede Gezi Parkı direnişi patlak verdiğinde olan biteni anlamak için başvurulan kuramsal çerçevelerden biri de Habermas’ın kamusal alan üzerine yazdıkları oldu. Gerek Gezi Parkı’ndaki süreci, gerekse park boşaltıldıktan sonraki forumları Habermas’ın önerdiği kamusal alan modelinin örnekleri olarak düşünmek önerildi. Bu çalışma iki temel soru soruyor. Birincisi, Gezi Parkı direnişi ile Habermas’ın Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nde karşımıza çıkan klasik model birlikte düşünüldüğünde karşımıza nasıl bir resim çıkıyor? Klasik model ile Gezi direnişi hakkında kıyaslama yapılırken, klasik modelin temel özelliklerini ve Habermas’a yönelik eleştirileri de aklıda tutmak gerekiyor. İzleyen bölüm, birinci soru çerçevesinde Gezi direnişinin dört unsurunun Habermas’ın klasik modelindeki temel çerçeve ile örtüştüğünü ve bu direnişin dört diğer unsurunun ise klasik modelle örtüşmediğini vurguluyor. Çalışmanın ikinci temel sorusuysa, Gezi sürecini anlamak için tarihsel sosyoloji ve toplumsal hareketler literatürünün sunduğu imkânlara ilişkin. Çalışmanın son bölümünde Charles Tilly ve Sidney Tarrow’un geliştirdikleri çekişmeci siyaset (contentious politics) perspektifinin Gezi Parkı direnişini analiz ederken nasıl bir katkı sağladığı tartışılıyor.
Gezi Parkı Direnişi ve Habermas’ın Kamusal Alan Modeli
Habermas’ın Kamusallığın Yapısal Dönüşümü 1962’de yayımlandığında Frankfurt Okulu geleneğine ilginç bir halka eklenmiş oldu. Kitap bir yanıyla normatif bir önermesi olan bir siyaset felsefesi çalışmasıydı. Diğer yanıyla, kamusal alanın sosyal tarihini yazmaya giriştiği ölçüde bir tarihsel sosyoloji kitabıydı. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü kamusal alanın yükselişini ve düşüşünü felsefe tarihi ile senkronize ederek serimlemeyi hedeflemekteydi. Habermas “burjuva kamusunu” belli bir çağa özgü bir kategori olarak kavrayıp ve ideal-tipleştirici bir genelleme ile kullanılmasına karşı çıkıyordu ve kavramın sahih anlamı ile kullanıldığında “kamu oyu”nun ancak 17. yüzyılın sonları İngilteresi ve 18. yüzyıl Fransası için kullanabileceğini iddia etmekteydi. Bu çerçevede Kant’ın kamusal akıl argümanı kamusal alanın yükselişine, Hegel’in Kant eleştirisi ise kamusal alanın gerilemesine işaret etmekteydi. Bu zorlu senkron girişimi kitabın hem gücünü, hem de olası zaaflarını oluşturuyordu. Her klasik kitap gibi Kamusallığın Yapısal Dönüşümü de uzun tartışmalara yol açtı. İngilizce çeviriden önce başlayan eleştiriler, kitabın 1989’da İngilizce’de yayımlanmasından sonra da devam etti.
Habermas kamusal alanı en kısa şekilde kamuoyunun oluşabildiği yer olarak tanımlıyor. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nde Habermas, 18. yüzyıl Avrupası’nda oluşan, herkesin girip çıkabildiği okuma salonları, tiyatrolar ve müzeler gibi kültür kurumlarını, kahvehaneleri ve basını kamusal alanın temel unsurları olarak sıralar. Habermas’a göre kamusal alan, ticaret, sosyal emek ve aileden müteşekkil özel alanla, “kamu erkinin alanı” arasında, ayrı bir alan olarak yer almaktadır. Dolayısıyla devletin, başka bir deyişle “polis”in ve o dönem için aristokrasinin alanı olan “kamu erkinin alanı”yla kamusal alan birbirlerinden ayrıdır. Kamusal alan devletle özleştirilemez, çünkü işlevi bir bakıma toplumun ihtiyaçlarını devlete iletmek, özel alanla “kamu erkinin alanı” arasında bir meşruiyet zemini yaratmaktır.
Habermas kamusal alanın üç temel özelliğinden söz eder. Birincisi, kamusal alanda sosyal statüler eşitlenir ve sadece daha iyi argümanın gücü geçerli olur. Burjuva kamusallığında kamusal akıl yürütme, ilke olarak toplumsal ve siyasal olarak önceden biçimlenmiş her türlü konum ve ünvan bir kenara bırakılarak gerçekleşir. Bu sayede bireye dışsal olan genel kurallar, genel oldukları için tekil olana, nesnel oldukları için öznel olana ve soyut oldukları için somut olana bir hareket sahası sağlarlar. Bu akıl yürütmede her türlü güç ilişkileri ve şiddet dışarıda bırakılmıştır. Geçerli olan sadece daha iyi olan savın gücüdür. Böylelikle, “kamusal usavurumdan bu koşullar altında çıkan sonuç, aynı zamanda rasyonel olma iddiasındadır”. Habermas statülerin eşitlenmesi vurgusunu kamusal alanın kaynaklarından biri olan sanat ortamına atıfla örneklendirir: “İlke olarak, kamusal bir tartışmaya katılan, bir kitap satın alan, bir konser veya tiyatro için yer ayırtan, bir sergiyi ziyaret eden herkesin serbestçe yargıda bulunması beklenir ve buna hakkı vardır.” Yarıda bulunurken bütün katılımcıların tek bir dayanakları vardır: Kendi savları ve daha iyi bir savın gücü. Katılımcılardan beklenen, yargılar tartışılırken ikna edici savlara kendilerini kapatmamaları, önyargılarını bir kenara bırakmalarıdır. Bu tartışma ortamı Habermas’ın ifadesiyle bilgisizler ile vukuf sahipleri arasındaki duvarı kaldırır. Bu eşitlik ortamında Habermas tartışma sürecinde daha fazla ilerleme kaydetmiş uzmanların olabileceğini kabul eder. Ama klasik kamusal alan modelinde uzmanların da imtiyazı yoktur. Uzmanlık statüsü onlara kamusal alanda bir avantaj sağlamaz; avantajın kaynağı onlar için de daha iyi argümanın gücüdür. Habermas normatif modelinin temeline daha iyi argümanın gücünü koyduğu ölçüde kamusal alandan sadece şiddeti dışlamış olmaz, aynı zamanda retorik de kamusal tartışmaların dışında bırakılması gereken bir unsur olarak tanımlanır. Habermas’ın modelinde şiddet ve retoriğin kamusal alan dışında bırakılmış olması aşağıda Gezi süreci ile klasik modeli karşılaştırırken önemli noktalardan biri olacak.
Kamusal alanın ikinci temel özelliği, kamusal alanın yükselmesi ile çeşitli konulardaki eleştiri tekelinin de kırılmış olmasıdır. Dolayısıyla, kamusal alandan söz ediliyorsa, “o zamana kadar haklarında hiç soru sorulmayan birtakım alanların sorunsallaştırılması” gerçekleşiyor demektir. Her türlü konu eleştirel bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulabilir. Bu süreçte genel meseleler hakkında bilgi, felsefe, sanat ve edebiyat da daha fazla sayıda insan tarafından erişilebilir hâle gelir. Habermas kamusal alanın bu özelliğini Benjaminci bir hat izleyerek serimler ve kamunun sanat eserlerinin çevresindeki hâleyi yok etmesiyle bu eserlerin kilise ve sarayda teşekkül eden devlet gücünün tekelinden çıktığını belirtir. Artık eserlere erişimi olan kişiler “aralarındaki akılcı iletişimle, bu eserlerin anlamlarını araştırarak, üzerlerine konuşarak ve böylelikle de bunların örtüklüğünde gizli olan otoriter gücü ortaya çıkararak, kutsallık perdesini düşürürler”.
Habermas’ın klasik modelinde kamusal alanın üçüncü özelliği kapsayıcılığıdır. Kamusal alanda oluşan bir tartışmaya herkes katılabilir. “Tartışılabilir sorular yalnızca taşıdıkları anlamla değil, herkes tarafından ulaşılabilirlikleriyle ‘genel’ hale gelirler; herkes bu tartışmaya dahil olabilmelidir.” Klasik model, kamusal alanın sabit konuşmacılar grubu olarak kurumsallaşmaması gerektiğini vurgular. Model kapsayıcılığı mülk sahipliği üzerinden tesis etmeyi öngörür. Habermas’ın ifadesiyle “gelişmiş burjuva kamusu, kamusal topluluk olarak biraraya gelmiş özel şahısların ‘mülk sahibi’ ve ‘insan’ rollerinin hayalî özdeşliğine yaslanır”.
Habermas kamusal alanını üç temel özellik, yani daha iyi savın gücü ilkesi ekseninde eşitlikçilik, hiçbir konuyu tabu kabul etmeme ve kapsayıcılık üzerinden tanımladıktan sonra, modelin Kantçı temellerini detaylandırmaya girişir. Buradaki temel referans noktası Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” metnindeki aklın kamusal kullanımı kavramıdır. Kantçı perspektif aklın kamusal kullanımının tamamen serbest olması gerektiğini ve ancak bu sayede Aydınlanmanın mümkün olacağını savunur. Bu tam serbestlik ortamında herkes kamusal toplulukla savlarını paylaşan “yazar”lar olarak kabul edilir ve bu ortamda sadece daha iyi savın gücünün geçerlidir. Aklın kamusal kullanımı ile birlikte insanlar vatandaşa dönüşürler: “‘İnsanlar’dan oluşan akıl yürüten kamusal topluluk, ‘ortak varlığın’ sorunları üzerinde uzlaşma sağladığında, ‘vatandaşlar’dan oluşan akıl yürüten kamusal topluluk biçimini alır.” Habermas, bu Kantçı perspektifi auctoritas non veritas facit legem [yasanın kaynağı hakikat değil, egemenliktir/otoriterdir] ilkesine nihaî bir darbe olarak niteler. Kamusal alanın yükselişiyle geçerlilik kazanan veritas non auctoritas facit legem [yasanın kaynağı otorite değil, hakikattir] ilkesidir. Kant’ın Hobbesçu siyaset felsefesi geleneğine karşıt olarak benimsediği bu ilkedeki hakikat, kolektif çaba ve aklın kamusal kullanımı sonucunda ulaşılan dünyevi bir hakikattir. Klasik kamusal alan modeli bu niteliklere haiz hakikati normun tek meşru temeli olarak görür.
Habermas Kantçı modelin mülk sahiplerinin özerkliği üzerine inşa edildiğini de vurgular: “Siyasal akıl üreten kamusal topluluğa, yalnızca özel mülk sahipleri dahil olabilirler; çünkü sahip oldukları özerkliğin kökleri mal dolaşımı alanında yatar ve bundan dolayı özel özerklik, bu alanın özel bir alan olarak muhafazasına ilişkin çıkarla uyuşur.” Habermas Kant’ın da bu temellendirmenin tam anlamıyla tatminkâr olmadığının farkında olduğunu ifade eder. Fakat, Habermas yine de sadece mülk sahiplerini “kendi kendilerinin efendisi” olarak görme ve sadece onlara aklın kamusal kullanımı yetkisini tanımaya itiraz etmez gözükmektedir. Bourgeois ile homme’u özdeşleştiren bu tavır, Habermas’ın ifadesiyle mülk sahibi olmayanları kamusallık ilkesi ihlal edilmeden siyasal düşünce üreten kamusal topluluğun dışında bırakmış olur. Yukarıda belirtildiği üzere Habermas klasik kamusal alanın yükselişini Kant’ın aklın kamusal kullanımı argümanı ile, kamusal alanın düşüşünü ise Hegel’in Kant eleştirisi ile eşleştirerek dönemselleştirir. Sonraki çalışmalarında Hegel’in Kantçı etiğin formalizmine ve soyut evrenselciliğine yönelik itirazlarını önemseyen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nde tartışmayı Hegel’in kamuoyuna dair şüpheciliği ile açar. Hegel’in şüpheciliği kamuoyunu öznel görüşlerin ve dolambaçlı sözlerin alanı olarak görür. Habermas’ın Rechtsphilosophie’den yaptığı alıntıyı takip edecek olursak, “Bilimler, eğer gerçekten bilim iseler, hiçbir suretle kanaat ve öznel görüş zemininde yer almazlar. Bilimlerin anlatım ve tasvirleri de dolambaçlı söz, ima, telmih ve gizleme sanatına değil; söyleyecek şeyin anlam ve önemini hiçbir tereddüde yer bırakmadan, kesin ve açık bir şekilde ortaya koyan ifadeye dayanır. Bu nedenle bilimler, kamuoyunu oluşturan kategoriler arasında yer almazlar.”
Elbette Hegel’in kamuoyuna dair şüpheciliğini, öz çıkarların alanı olarak gördüğü sivil topluma ilişkin şüpheciliği ile birlikte düşünmek gerekmektedir. Habermas özel olarak Hegel’in kamusallıktaki çıkar çatışması teşhisini önemser. Bu çıkar çatışması siyasal akıl üreten özel mülk sahiplerinin sözde genel, fakat esas itibariyle tikel çıkarları çerçevesinde görüş belirlemelerinden kaynaklanmaktadır. “Kamusal topluluk olarak bir araya gelmiş özel şahısların oluşturduğu kamuoyu” bu çıkar çatışması nedeniyle çok sayıda kişinin öznel kanısı seviyesine geriler. Hegel’e göre burjuva toplumunun düzensizliğini devlet içine taşıma çabalarına karşı önlem alınması gerektedir. Hegel’in bu tespitleri, Habermas için kamusal alanın gerilmesine denk düşer. Kamusallığın yapısal dönüşümü bu gerilemedir. 1970’lerden itibaren Almanca literatürde Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’na dair bir dizi eleştiri yayımlanmaya başlar. Liberal kampta yer alan yazarlar, örneğin Wolfgang Jager ya da Peter Glotz, kitabın tarihsel gerçekliklerle örtüşmediğini ve yetersiz tarihsel malzemeye dayandığı ölçüde ütopyacı olduğunu iddia ederler. Jager’in ifadesiyle Habermas’ın iddia ettiği kamuoyu gücü hiçbir zaman var olmamıştır. Habermas parlamenter siyasetin akılcı uzlaşıya (rational consensus) dayandığını iddia ederken de yanılmaktadır, çünkü meclis de hemen her dönemde çıkar odaklı bir uzlaşı siyasetinin mecrasıdır. Jager Habermas’ın klasik dönem diye adlandırdığı dönemde bile kamuoyunun ekonomik çıkarlara hizmet ettiğini savunur. Sistem kuramcı sosyolog Niklas Luhmann da Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nü, herkesi kapsayan bir iletişim sürecinin sadece özel durumlarda oluşabildiği tespitiyle eleştirir. Luhmann siyasal iletişimin belirli temalar üzerinden işlediğini vurgular. Dahası Luhmann’ın ifadesiyle bu temaların, siyasal partiler, bürokrasiler ve çıkar grupları üzerinden kurumsallaşması söz konusudur. Marksist kamptan da Habermas’a yönelik eleştiriler gelir. Habermas’ın klasik modeline yönelik Marksist eleştirilerin çıkış noktası, modelin Aydınlanma’nın kamusal alanını, ona içkin olan sınıf karakterini görmezden gelerek idealize ettiği tespitidir. Ulf Milde Habermas’ın bujuvaziyi meşrulaştırmayı hedeflediğini iddia eder ve bir yandan Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nün tarihsel malzemesinin yetersiz olduğunu belirtirken, bir yandan da üretimden ayrı, özerk bir alan olarak kültürün ele alınmasına karşı çıkar. Marksist kamptan daha kapsamlı ve daha derinlikli bir eleştiri ise Oskar Negt ve Alexander Kluge’nin kaleme aldıkları Kamusal Alan ve Tecrübe (Öffentlichkeit und Erfahrung) (1972) adlı kitapta sunulur. Negt ve Kluge Frankfurt Okulu’na yakınları oranında Habermas’ın modelini bütünüyle reddetmeyen, daha ziyade düzeltici bir eleştiri geliştirler. Negt ve Kluge’nin kalkış noktaları şöyle özetlenebilir. Birincisi, insanların hayat ve üretim bağlamındaki kolektif deneyimleri, kamusal olaylar (seçimler, tiyatro, olimpik törenler) ile çocuk eğitimi, fabrika ortamı ya da evde televizyon izleme gibi özel sayılan fakat aslında belirgin bir kamusal öneme haiz olaylar arasında varsayılan ayrımın ötesine geçer. İkincisi, burjuva kamusal alanı ne kadar örgütlü, işlevsel ve etkin görünürse görünsün, aslında birleşmiş (unified) bir hâlde değildir. Negt ve Kluge’ye göre söz konusu olan, birbirleriyle sadece soyut olarak ilişkili olan tekil kamusal alanların toplamıdır. Burjuva kamusal alanınından üretim bağlamı dışlanmıştır. Negt ve Kluge’ye göre bu ideolojik bir tercihtir.
Kolektif kamusal alan analizinin yerine Negt ve Kluge, tekil sosyal vehçelerin temsil edildiği, belirli sayıda kısmî kamusal alan tespit ederler. Bir yanda anayasal kamusal alan vardır ve bu alanda tüm ayrıcalık ve özel hakların geçersizleşmesiyle oluşan bir eşitlikçilik söz konusudur. Fakat, burjuva toplumunun örgütlenme biçimi olan kamusal alan anayasal kamusal alandan farklıdır. Ve bu kamusal alanda burjuva toplumunun iç çatışmaları da gözlenmektedir. Böylelikle Negt ve Kluge karşıt-kamusal alan kavramsallaştırmasına ulaşırlar. Karşıt-kamusal alanlardan biri de proleter kamusal alandır. Negt ve Kluge için proleter kamusal alan işçi hareketi ve hareketin siyasal parti ya da sendika gibi örgütleriyle özdeş değildir. Proleter kamusal alanın amacı, kitleler olarak işçilerin kendi tecrübelerini kurmaları ve böylelikle kendi ihtiyaçlarını belirleyebilecekleri özerk mecrayı kazanmalarıdır. Negt ve Kluge proleter kavramsallaştırmasının her zaman elle tutulur bir gerçekliğe denk düşmediğini, her koşulda bir sosyal varlık olmadığını da vurgularlar. Proleter kamusal alan, ayaklanmaları (social upheaval) ve somut çıkarları dışlamaz. Proleter kamusal alan sadece bir örgütlenme süreci olarak anlaşılmamalıdır; esas önemlisi bu karşıt-kamusallığın niteliksel anlamda yeni bir deneyim çerçevesi sunmasıdır. Kamusal Alan ve Tecrübe’nin ilgili tartışmaya katkısını değerlendirirken Negt ve Kluge’nin karşıt-kamusal alan kavramını geliştirirlerken, bu kavramsal öneriyi yerellik ve cemaat yananlamlarından farklılaştırdıklarını vurgulamak gerekiyor. Miriam Hansen’in ifadesiyle, karşıt-kamu kavramı özgül olarak kapitalist ilişkilerle eşzamanlı olarak beliren modern bir fenomene işaret eder ve bu modern fenomen, marjinalleştirme ve mülksüzleştirmenin (expropriation) ürettiği kolektif tecrübe içinde zemin bulan dayanışma ve karşılıklılık (reciprocity) biçimlerini sunar. Kamusal Alan ve Tecrübe’nin Habermas’ın klasik modeline yönelik sonraki eleştirileri de belirleyen bir eksen oluşturduğu söylenebilir. Negt ve Kluge’nin Habermas’ın klasik modelinin aslında hiç varolmamış bir ütopya olduğunu tespiti ve aslında kamusal alanların tekil değil çoklu yapısı sonraki eleştirilerde de dile getirilmiştir. Fakat Kamusal Alan ve Tecrübe’nin kayda değer bir eksiği de göze çarpmaktadır. Kitapta kadınlar sadece dipnotlarda ve üretici güç çerçevesinde yer bulurlar. Klasik modelin toplumsal cinsiyet perspektifinden eleştirisi feminist yazarlar tarafından sunulacaktır. Şeyla Benhabib, Nancy Fraser, Iris M. Young gibi yazarlar, Habermas’ın normatif modelini üzerine inşa ettiğin temelin kadınları dışlayan bir sosyal yapı olduğunu vurguladılar. Nancy Fraser Fransa, İngiltere ve Almanya örneklerinde cinsiyetçi dışlamaların, aslında sınıf oluşum süreçlerinde temellenen diğer dışlamalarla bağlantılı olduğunu vurguluyor. Kamusal alanın gelişiminde kilit rol oynayan kent kulüpleri, meslek ve kültür dernekleri herkesçe erişilebilir yapılar değildi ve bu yapılar burjuva erkekler tabakasının iktidar üssü olarak işlev görüyordu. Fraser bu alanın pratiklerinin ve ethosunun, Bourdieu’nün kullanımıyla ayrıcalık (distinction) işaretlerine dayandığını, kendisini evrensel sınıf olarak gören burjuvaziye mensup seçkinlerin kendilerini yönetmeyi arzuladıkları çeşitli halk ve pleb tabaklardan ayrıştırmaya özen gösterdikleri de belirtiyor. Habermas Kamusallığın Yapısal Dönüşümü için 1990 da kaleme aldığı yeni önsözde, kitaba yönelik eleştirileri değerlendirirken, en çok toplumsal cinsiyet perspektifinden gelen eleştiriyi önemser gözükmekte. Habermas için imtiyazsız erkeklerin dışlanması klasik modeli temelinden sarsmaz, fakat kadınların dışlanması için tersi geçerlidir: “Kadınların siyasal kamudan dışlanması, sadece erkeklerin buraya kendilerine ayrılmış bir kontenjanmışçasına hâkim olması anlamında değil, siyasal kamunun yapısı ve özel alanla ilişkisi itibariyle cinsiyete özgü bir şekilde belirlenmesi anlamında da tayin edici olmuştur. İmtiyazsız erkeklerin dışlanışından farklı olarak, kadınların dışlanması yapı kurucu bir güce sahipti.” Fraser, bir dizi tarihçinin çalışmalarına dayanarak, burjuva kamusunun kamunun bütününü oluşturmadığını, köylü kamuları, işçi kamuları, seçkin kadınlar kamuları gibi birbirleriyle çatışan ve rekabet içinde olan karşıt-kamular olduğunu vurguluyor. Fraser’ın önerisi, dezavantajlı grupların kendi kimlik, çıkar ve ihtiyaçları hakkında muhalif alternatif yorumlar ürettikleri mecraları madun karşı-kamular (subaltern counter-publics) şeklinde adlandırmak. Fraser, genel anlamda madun karşıt-kamuların çoğalmasını, söylemsel mücadele alanlarının çoğalması olarak değerlendiriyor ve bu alanlara bir özgürleştirici potansiyel atfediyor. Fraser’a göre bu özgürleştirici potansiyel madun karşıt-kamusallıkların iki özelliği çerçevesinde düşünülmelidir. Karşıt-kamusallıklar, “bir yandan geri çekilme ve yeniden gruplaşma alanları olarak işlev görürken, diğer yandan aynı anda, daha geniş kamulara yönelik ajitatif etkinlikleri için bir üs ve eğitim zemini olma işlevini de üstlenmektedirler”. Gerek Negt-Kluge’nin, gerekse Fraser’ın vurguladığın karşıt-kamusallık gerçeğinin son dönem toplumsal muhalefet hareketlerini analiz etmeye çalışrıken daha da önemli olduğunu söylemek mümkün. Sosyal medyaya ve kimi durumlarda sivil itaatsizliğe dayandığı ölçüde yeni toplumsal muhalefet, daha da fragmante olmuş bir ilişkiler bütünü içinde kendisini var ediyor ve bu fragmante yapı nedeniyle kamusallığa atfedilen tekillik gerçeklikten daha da uzaklaşıyor.
Bu vurguyla birlikte, Habermas’ın klasik modelini ve bu modele getirilen eleştiriler çerçevesinde sunulan kavramsal önerileri akılda tutarak çalışmanın birinci temel sorusuna geri dönebiliriz: Gezi Parkı direnişi ile Habermas’ın kamusal alan modelini karşılaştırdığımızda neler söylenebilir? Bu karşılaştırma Gezi Direnişi’nin klasik modele uyan ve uymayan taraflarını tasnif etmeyi gerektirmektedir. Örtüşen taraflardan başlayacak olursak, klasik model kamusal alanda ortak çıkarların dile getirilmesine öncelik vermektedir. Gezi sürecinde protestocular kendi tekil fayda ya da çıkarlarına yönelik olarak tepkilerini dile getirmemişler, tüm kent halkının iyiliği/faydası için bir fikri savunmuşlardır. “Ağaçları korumak”, “parkı korumak” genel iyi ile örtüştüğü ölçüde Gezi direnişinin ertafındaki meşruiyet halkası da genişlemiş; kamuoyunda “ağaçları savunma”ya atfedilen haklılık artmıştır. Bu noktadan tekil fayda ya da yararı savunmanın gayrımeşru olduğu çıkmaz. Yeni şekillenen “kent hakkı” çerçevesinde kamusal alanda kimi zaman barınma hakkına, kimi zaman ise mülkiyet hakkına atıfla protestoların gerçekleştirildiği gözlenmektedir. Fakat Gezi direnişinde tekil/kişisel faydanın söz konusu olmaması, çok daha fazla sayıda insanın tartışmanın tarafı haline gelmesine yol açmış gözükmekte. Gezi’nin klasik modele en çok uyan unsurlarından biri parkta düzenlenen forumlardı. 1 Haziran Cumartesi günü öğleden sonra göstericiler parka girdikten itibaren farklı köşelerde, farklı konularda forumlar düzenlenmeye başlandı. Bu forumların parkın dehşetengiz bir polis şiddeti ile boşaltıldığı 15 Haziran’a kadar devam etti. Gezi’deki ilk hafta, geri dönüşüm atölyesinden, Asker Hakları Platformu Atölyesi’ne, cinsiyetçi olmayan küfürlerin üretildiği “küfür atölyesi”nden “Gezim Çocuk Atölyesi”ne farklı başlıklarla insanlar bir araya geldiler. Sadece Gezi parkına ve direniş sürecine ilişkin değil, çok çeşitli konular hakkında, uzun uzun konuştular, birbirlerini dinlediler. Bu forumlarda deneyimler ve argümanlar paylaşıldı. Dahası 1 Haziran’dan itibaren parkın içinde oluşturulan sahne bir serbest kürsü olarak işlev gördü. Parkta yer alan insanlar kendi kararlaştırdıkları usûller çerçevesinde fikirlerini ifade ettiler. Özellikle parktaki ikinci hafta, yani hükümet ile Taksim Dayanışma heyeti arasında temaslar başladığında da parkta önemli bir forum süreci yaşandı. 13 Haziran’dan itibaren parkın içinde toplanan çok sayıda forumda, “parktan çıkılsın mı”, “nöbetçi mi bırakılsın”, “hangi talepler karşılanırsa çıkılabilir” gibi soruları uzun uzun tartıştılar. Bu forumlar kapsayıcılık bakımından oldukça geniş ölçekliydi.
Gezi sürecine damgasını vuran gruplardan biri de feministler oldu. Gerek çadırları ile parkta sağladıkları görünürlükle, gerek protestolarda zaman zaman öne çıkan cinsiyetçi söyleme karşı çıkışları ile, gerekse tacize karşı düzenledikleri yürüyüşle Gezi’de feministler belki de sayısal güçlerinin ötesinde bir etkiye sahip oldular. Bu noktada feministler protestonun usûlüne dair itirazlarını ve etkilerini önemsemek gerekiyor; çünkü Habermas da gerek iletişimsel eylem kuramında, gerekse 1990’larda aklın kamusal kullanımını üzerine inşa ettiği tartışımcı siyaset modelinde prosedürel boyutu önemser. Gezi sürecinde de feministler ellerinde sprey boyalarla cinsiyetçi ifadeler içeren duvar yazılarının üzerini örterken, ya da cinsiyetçi olmayan küfür geliştirmek için atölye düzenlerken usûle ilişkin söz almışlar ve protestonun hangi biçimde yapılması gereğine dair argümanlarını paylaştılar. “Küfürle değil inatla diren” sloganı tam da bu tavrı özetlemekte. Dahası feministlerin usûle ilişkin şerhlerinin Gezi’ye katılan pek çok kişi ve grupta bir karşılık bulduğunu da söylemek gerek.
Forum süreci bir yandan da doğrudan demokraside karar alma süreçlerinin etkinliği bakımından da ilginç ve kimi yorumlara göre başarısız bir deney oldu. 15 Haziran’da polis müdahalesi ile park boşaltıldıktan sonra kentin farklı semtlerindeki parklarda forum süreçleri devam etti. Gezi sonrası forumlarda hem konu çeşitliliği artmıştı, hem de katılımcılar usûller noktasını daha da geliştirmişlerdi. Habermas klasik modelini geliştirirken, sıklıkla sanatın kamusal alanın ortaya çıkışı ile olan ilişkisini vurgular. Tiyatroların fuayelerinden okuma kulüplerine uzanan bir eksende edebî kamu, kamusal alanın önemli bir unsurudur. Sanat eseri hakkındaki yorum ve sanat odaklı sosyalleşme klasik modelde önemli bir yer tutar. Gezi sürecinde de bu türden sosyalleşme ve kamusallığın önemli bir yeri olduğunu söylemek mümkün. Parktaki ilk akşam olan 1 Haziran’dan itibaren sık sık konserler düzenlendi. Bu kapsamda Boğaziçi Caz Korosu’nun Gezi’de verdiği konser ve piyanist Davide Martello’nun üç gece üst üste gerçekleştirdiği performansları hatırlamak gerekiyor. Boğaziçi Caz Korosu’nun konserinde öne çıkan, bilindik şarkı ve türkülerin sözlerinin Gezi bağlamına adapte edilmesiyle beliren bir yaratıcılıktı. Martello’nun piyano resitallerinde ise farklı bir etkileşim söz konusuydu. Klasik müziğin popüler parçalarından, pop şarkılara uzanan yelpazede dolaşan Martello saatlerce piyano çaldı. Dinleyenler istek parçalarını Martello’ya iletiyor, yorulduğunda kendisine enerji içeceği veriyorlar, kollarına masaj yapıyorlardı. Hatta zaman zaman başkaları piyanonun başına geçiyordu. Saatler boyunca kolektif sanatsal icra hâli Taksim Meydanı’nda vücud buluyordu. Gezi ile Habermascı anlamıyla edebî kamuyu buluşturan başka bir örnek Cem Uslu, Mirza Metin, Özen Yula ve Yiğit Sertdemir’in ortak çalışması olan ve prömiyeri 8 Haziran’da Gezi’de yapılan Gezerken adlı tiyatro oyunu. Gezi Parkı direnişini dört farklı gözden anlatan oyun, süreci bir direnişcinin, bir sokak köpeğinin ve bir TOMA’nın gözünden anlatırken, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de öldürülen bir devrimcinin ruhunu da Gezi Parkı’yla buluşturuyordu. Burada Gezi çerçevesine eklemlenmiş sanatsal işlerin tam bir listesini vermek mümkün değil. Parkta gösterilen filmlerin de (1970’ler Kemal Sunal komedilerinden İmre Azem’in Ekümenopolis belgeseline kadar uzanan liste var karşımızda), Gezi’de somutlaşan edebî kamunun bir parçası olduğunu söylemekle yetinelim. Yukarıda da belirtildiği üzere, Haberma için katılımcıların olabildiğince önyargılarından arınmış olarak kamusal tartışmalarda yerlerini almaları klasik model için son derece önemlidir. Tartışma mecrasına önyargısız gelmek, daha iyi argümanın gücünün somutlaşabilmesinin önemli bir koşuludur. Gezi bağlamında da önyargıların belirli ölçülerde aşılmış olmasını mecranın önemli bir özelliği olarak not etmek gerekiyor. Bu önyargıların aşılmasını en az iki düzlem üzerinden düşünmek gerekmekte. Birinci düzlem olarak, Gezi direnişi boyunca insanlar katılmadıkları ve önceden yan yana duramayacaklarını düşündükleri siyasi fikirlerle ve kimlerle yan yana durabildiklerini, aynı mekânı paylaşabildiklerini ve hatta belirli bir iletişime girebildiklerini gördüler. Gezi LGBTİ bireylerin kendilerini görünür kıldığı bir süreç oldu. Marjinalize getto’ların dışında görünür olmak meşruiyet mücadelesinde de önemli bir kazanım anlamına geldi. Siyasal Kürt hareketi de Gezi ile kurduğu ilişki biçimiyle, uzun zamandır toplumun geneli tarafından stigmatize edilmiş sembollerini, sadece kendilerinin olmadığı bir kentsel mekânda görünür kıldı. Bu noktada önemli olan, politika ile doğrudan ilgilenmeyen taraftar gruplarından, ulusalcı/Kemalist gruplara kadar farklı yelpazede insanın bu duruma karşı aşırı bir tepki göstermemiş olmasıdır. Muhtemelen bu belirli önyargıların aşılması sayesinde mümkün oldu. İkinci düzlemde, insanların politik katılıma dair önyargılarını aşmalarını tespit etmek gerekiyor. Gezi’de protestolara katıların önemli bir bölümü daha önce bu tür bir deneyime sahip olmayan insanlardan oluşuyordu. Bu insanlar sokakta olmak ve eylem yapmaya ilişkin önyargılarını değiştirdikleri ölçüde Gezi direnişine katılanların sayısı arttı. Gezi Parkı direnişi ile Habermas’ın kamusal alan modelini karşılaştırken karşımıza kayda değer dört temel farklık çıkıyor. Herşeyden önce klasik model içinde şiddetin yer almadığı bir mecrada gerçekleşen fikir alışverişi ve ortak sorunlara çözüm arayışı üzerine kurulurken, Gezi sürecinde polis şiddeti son derece önemli bir kurucu unsur olarak karşımıza çıkıyor. Polis şiddeti kurucu unsur olduğu ölçüde, protestocuların önemli bir bölümü Gezi’yi bir “direniş” olarak adlandırma eğiliminde. Bu çerçevede iki itirazın Gezi protestolarında kaynak teşkil ettiğini söylemek mümkün: Birinci itiraz, ağaçların kesilmesine ve parkın park olmaktan çıkacak olmasına yönelik bir itiraz. İkinci itiraz ise polis şiddetine yönelik bir itiraz. Gezi direnişi polis şiddetine yönelik itirazlar üzerinden, doğrudan, polisin Taksim’de 1 Mayıs kutlamalarının yasak olduğu yıllarda gerçekleştirdiği ve 2013’te bir kez daha yaşanan biber gazlı, TOMA’lı sert müdahalesine yönelik tepkilere, ayrıca Emek Sineması için yapılan yürüyüşe yönelik polis müdahalesine (7 Nisan 2013) ve maç için İnönü Stadı’na yürüyen Çarşı grubuna yapılan polis müdahalelesine (11 Mayıs 2013) yönelik tepkilere eklemleniyordu. Klasik model daha iyi argümanın gücünden başka hiçbir gücün hüküm sürmediği bir mecrayı tahayyül ederken Gezi’de öne çıkan argümanlardan ziyade polis şiddetine karşı alanı terk etmeme, ve biber gazlı, TOMA’lı müdahalelere karşı meydan okumaydı. Klasik model ile Gezi arasındaki bu farkı anlamaya çalışırken iki noktayı akılda tutmak gerek. Birinci nokta devletten gelen müdahalenin rolüne ilişkin. Ayşen Uysal toplumsal hareketler ve siyasal aktivizm çalışmaları literatürünün alet kutusunu değerlendirirken baskı ve şiddetin siyasal aktivizm üzerindeki etkisinin neler olabileceğini değerlendiren çalışmalara değinir. Doug McAdam devletten gelen baskının fiili etkisinden ziyade aktivistlerce algısının önemine işaret eder. McAdam’ın ifadesiyle “korku”yu besleyen bir algı geri çekilmeyi güçlendirirken, “öfke”yi besleyen bir algı tersine kitle seferberliğini güçlendirir. Gezi’de de polis şiddetine duyulan öfke kitlenin mobilize olmasını sağlayan ana unsur olarak belirtilmelidir. İkincisi nokta ise Cihan Tuğal’ın vurguladığı Gezi’nin performatif tarafına ilişkin. Elbette Habermas’ın kamusal alanında da performatif bir boyut söz konusu, fakat klasik modeldeki edimsellik, diyalog ve argümanların teatisi üzerinden gelişirken; Tuğal Gezi’de tepkiselliğin öne çıktığını belirtiyor. Tuğal’a göre Gezi hareketinin olumlu birleştirenleri ya da olumlu önerileri, hareketi yaratan iki olumsuz birleştiren, yani ağaçların kesilmesine ve polis şiddetine karşı çıkmak kadar güçlü değil. İlaveten Tuğal Gezi eylemlerinin önemli özelliklerinden biri, hatta ruhu olarak, belirli bir hedefe yönelmiş olmaktan ziyade, yapılış tarzıyla arzulanan dünyayı şimdide kurmasını belirtiyor. Bu haliyle Gezi direnişi geleceğe yönelik hedefler üzerinden değil, şimdi ve buradaki pratikler/edimler sayesinde var oluyor. Bu performatif boyut da Habermascı kamusal alandan ayrılan, kendisini bir fikir alışverişi üzerinden değil direnme üzerinden kuran bir performans. Çoğu protestocunun zihninde Gezi barikatlarla yer etmiş durumda. Bunu da Gezi ile Habermascı kamusal alan arasındaki bir fark hatta zıtlık olarak not etmek gerekmekte. Manuel Castells İsyan ve Umut Ağları kitabında toplumsal hareketlerin temel meselesinin kamusal alanı inşa etmek olduğunu vurgular. Castells’e göre bu süreçte barikatların de bir işlevi vardır. Bu işlev çoğu zaman savunma işlevi olmaz, hatta çoğu zaman barikatlar kolay hedef konumundadırlar. Castells’e göre barikatın sembolik önemi vardır. Barikat “içeri ve dışarıyı”, “bize karşı onları” tanımlayan bir sınır olarak işlev görür ve protestocuları kapsayan ve diğerlerini dışarda bırakan bir mekân ayrım yaratır. “Öyle ki bir yerin işgaline katılarak ... başka yurttaşlar da bir ideoloji ya da örgütlenmeye başvurmaksızın, sadece kendi gerekçeleriyle orada bulunarak hareketin bir parçası haline gelebilirler.” Castells’in sözünü ettiği barikat sayesinde oluşan kamusal mekân ile Habermas’ın kamusal alan modeli örtüşmez. Çünkü Castells anayasal güvence altında olan ve çoğu zaman elitlerin çıkarları tarafından işgal edilmiş durumda olan “kurumsal kamusal alan” ile “toplumsal hareketlerin kamusal alanı” arasındaki farkı vurgular. Elbette barikat ikincisinin ortaya çıkmasına katkıda bulunur. Gezi’deki protestocu sayısını itirazın haklılığının bir işareti olarak görme ve gösterme tavrını da Gezi direnişi ile klasik model arasındaki bir diğer fark olarak vurgulamak gerekiyor. Gezi sürecinde ciddi bir kitle mobilizasyonu oldu. Kitlenin büyüklüğü, kitle tarafından dile getirilen itirazların haklılığının da bir göstergesi olarak kabul edildi. Bir bakıma, haklı olmak ile çok olmak arasında bir bağ kuruldu. Elbette bu durum bir yanıyla Türkiye tarihinde ender rastlanan ölçüde bir mobilizasyonun, ender görülmüş bir kitle hareketinin gözlenmesi ile de ilişkili. Fakat, argümanın gücünün protestocu sayısına bağlanmasının Habermasçı klasik modelden ciddi şekilde farklılık gösterdiğini de vurgulamak gerekiyor. Habermas’ın önerdiği model bir yanıyla hakikate ulaşmak için bir ortak arayış (cooperative search for truth). Bu modelin esası iyi bir savın, iyi bir argümanın kaç kişi tarafından dile getirilirse getirilsin, sadece argümanın gücü sayesinde ortak arayış sürecinde öne çıkabilmesi. Bu anlamda klasik model, sayısal üstünlük ile diğer tarafları susturmayı değil, bütün tarafların eşit katılımını öngörmekte. Bu da Gezi’de karşımıza çıkan türden haklı olmak ile çok olmak arasındaki kurulan bağları sorgulamaktan geçiyor. Yukarıda Habermas’ın klasik modeli daha iyi argümanın gücünü ilkesi üzerinde temellendirerek sadece şiddeti değil aynı zamanda retoriği de kamusal alandan dışlağı belirtilmişti. Bu çerçeve klasik model kamusal tartışmanın sadece rasyonel argümanlar ile yapılmasını öngörmektedir. Klasik modelin bu normuyla Gezi süreci arasında önemli bir fark olduğunu not etmek gerekiyor. Gezi’deki protestocular neredeyse ilk andan itibaren mizahın, neşenin, söz oyunlarının ve şaşırtmacaların gücünü fark etmişlerdi. Bir yandan şarkı ve sloganlara yansıyan neşe sayesinde polis şiddetine paralelel olarak karnavalesk bir atmosfer yaratıldı. Diğer yandan mizah ve söz oyunları, yani retoriğin gücü sloganlarda ve duvar yazılarında paylaşıldı: “Çare Drogba”, “Slogan Bulamadım”, “Bu Biber Gazı Bi Harika Dostum”, “Kahrolsun Bağzı Şeyler” gibi guvar yazılarını hatırlayacak olursak, bu yazılarda hem mizah, hem de sadece rasyonel argümanlar üzerinden siyaset yapmaya dair bir itiraz gözleniyor. “Slogan Bulamadım” tam da Habermas’ın klasik modelinde yeri olmayacak türde bir ifade. “Çare Drogba” ise bir yandan mevcut siyasi dengelerin reddine dair bir mizah, bir yandan siyasetten bir şey beklenmemesi gerektiğine dair bir çağrı. Ve bu çok anlamlılık da retorik sayesinde mümkün oluyor. Habermas, 1990’da kaleme aldığı önsözde Mikhail Bakhtin okuması üzerinden halk kültürünün egemenin hiyerarşik dünyasına karşı isyan etme potansiyelini kabul eder. Fakat benzer bir gözden geçirme retorik bağlamında gözlenmez. Iris Marion Young, Habermas ve diğer tartışımcı siyaset kuramcılarını eleştirirken, kamusallık üzerine inşa edilen bu kuramların retoriği dışlamasını da eleştirir. Young tartışmasını Gorgias diyaloğunu hatırlayarak açar. Aslına bakılacak olursa, Platon dahi Gorgias diyaloğunda en azından bir olasılık olarak iki tip retoriği ayırma ihtiyacı duyar. Bunlardan biri “pohpohlayıcı” retorik (522 e) ve “dalkavukluk”tur (503 b). Bu tip retorik, biriyle konuşurken onu mutlu etmeyi hedefler hoşa gideni ifade eder. Diğer tip retorik ise “dinleyicinin hoşuna gitsin gitmesin, her zaman iyiyi söyleyen konuşmadır” (503 b); yararlı olanı gözetir (522 e). Gorgias’ta Sokrates ikinci tür retoriği bir olasılık olarak tanımlasa da, bunun gözlenmediğini vurgular. Young retoriğin bu şekilde dışlanmasına karşı çıkar. Young’ın ifadesiyle bir tartışma durumu sadece rasyonel iddia ve nedenlerden oluşamaz. Katılımcıların karşı tarafta dinleme isteği uyandırması da gerekmektedir. Mizah ve söz oyunları üzerinden somutlaşan retoriğin işlevi budur. Gezi’de protestocular seslerini duyurmak istedikleri ölçüde retoriğin gücüne yaslanmışlar ve bu güç doğal akış içinde ortama rengini vermiş, protestoları ivmelendirmiştir. Böylelikle Gezi, Habermas retoriğin gücü hesaba katmaksızın kamusal alanı kuramsallaştırmıştıran Habermas’ın modelinden ayrılır. Habermas’ın klasik modeline ilişkin en önemli eleştirilerden biri fazlasıyla tekil bir kamusal alan tasavvuruna dayanıyor olmasıydı. Çoğu Habermas’ın eleştirmenini bu noktayı vurguladılar ve kamusal alanın çoğul yapısına işaret ettiler. Gezi süreci de Habermas’a yöneltilen bu eleştirinin haklılığını bir kez daha gösterdi. Gezi sürecinde somutlaşan kamusallık, klasik modelin öngördüğü tekilliğin tersine çoğulluktan (multitude) oluşuyordu. Bu çoğulluğu iki farklı düzlemde ele almak gerekmekte. Birincisi bir yerel deneyim olan Gezi kamusallığının genel kamusallığa yansıma biçimleri son derece farklı, hatta karşıttı. Gezi hakkında bir medya savaşı verildiğini söylemek abartılı olmayacaktır. Anaakım medyanın görmezden gelme tavrı sürdürlebilir değildi. Bu ilk aşamdan sonra medya kuruluşları arasında Gezi’nin aktarılması bağlamında ortaya çıkan farklar tekil bir kamusal alandan söz etmenin imkânsılığına işaret ediyordu. Bir grup medya aracılığı ile Gezi’yi takip edenler Gezi hakkında sadece olumsuz haberlere erişim sağlıyorlar, başka mecralarda Gezi’yi izleyenler ise bu olumsuz yorumların tersi yönde yorumlara ulaşıyorlardı. Bu sürece siyasetçilerin de ciddi katkısı olduğunu unutmamak gerek. İkinci düzlemde, Gezi kamusallığı içindeki çoğullukları da görmezden gelmemek gerekmekte. Örneğin parkın bir köşesinde bir tiyatro oyunu sahnelenirken o anda Gezi’de olanların sadece küçük bir bölümü bundan haberdar oluyordu. Ya da Davide Martello’nun piyano resitalini düşünelim. Üç gece üst üste gerçekleşen bu performansları gece çadırlarda kalanlardan izlememiş olanlar vardı. Çoğul yapısı içinde Gezi kamusallığına farklı müdahaleler gerçekleşiyordu. Örneğin bir grup aktivist tabelalar asarak parkın bir köşesini Hrant Dink Caddesi ilan ettiler. Elbette bu farklı katmanlardan oluşan çoğul yapı içinde sadece bazı kişilerin farkında olduğu bir müdahaleydi. Gezi’nin kendi içindeki çoğul yapısı revirden kütüphaneye, barikatlardan çimlerde kitap okumaya uzanan farklı katmanlar barındırıyordu. Habermas’ın klasik modeli ve bu modele getirilen eleştiriler akılda tutularak Gezi direnişinin klasik modelle örtüşen dört unsuru ve farklılaşan dört unsuru bu şekilde serimlendikten sonra, karşımıza çıkan resmi şu şekilde özetlemek mümkündür: Birincisi, Gezi direnişi ile ilgili analizlerde karşıt-kamusallık kavramsallaştırmasına daha fazla önem vermek gerekiyor. Bunun nedenlerinden biri Gezi protestocularının da Gezi sürecini bir dizi karşıtlık üzerinden örmeleri. Bir diğer nedeni ise Negt ve Kluge’nin işaret ettikleri, kapitalist toplumun çelişkilerinin karşıt-kamusallıkların oluşumuna yol açma potansiyeli. Bu potansiyeli Hegel’in Kant eleştirisini ve çıkarlardan arınmış kamuoyu tartışmalarının olabilirliğine dair şüphelerini hatırlayarak değerlendirmek gerekiyor. Başka bir ifade ile çıkarlar devrede olduğu sürece sadece daha iyi argümanın gücü ilkesi temelinde gerçekleşen bir kamusal diyalog mümkün olamıyor. Gezi süreci boyunca gözlenen bir dizi gerilimi, tam da bu çerçevede düşünmek, kapitalist toplumun çelişkileri ve topluma egemen olan çıkar bağımlı pozsiyon belirleme tavrı etrafında değerlendirmek gerekiyor. Zaman zaman protestocularla Beyoğlu esnafı arasındaki gerilim, ya da anaakım medyanın yoksayma ve sonrasında ne yapacağını bilememe hâli karşıtlığa zemin hazırlayan çıkar odaklı tavır alma örnekleri olarak not edilmeli. İkinci olarak, Gezi ile klasik model arasında işaret edilen bütün bu farklılıklar, Habermas’ın modelinin Gezi sürecini anlamak için yetersizliğine işaret ediyor. Bu da çalışmanın ikinci temel sorusunu gündeme getirmekte.
Gezi Parkı Direnişi ve Çekişmeci Siyaset
Görüldüğü gibi, Gezi ile Habermas’ın klasik kamusal alan modelini birlikte düşünürken, benzeyen taraflar olduğu kadar ciddi farklılıklar da gözleniyor. Özellikle bu farklılıklar bizi bu çalışmanın ikinci sorusuna getirmekte: Tarihsel sosyoloji ve toplumsal hareketler sosyolojisi literatürü Gezi sürecini anlamak için ne gibi imkânlar sunuyor? Bu ikinci soru çerçevesinde önerilen özellikle Charles Tilly ve Sidney Tarrow’un geliştirdikleri çekişmeci siyaset (contentious politics) perspektifinin Gezi Parkı direnişini analiz ederken nasıl bir katkı sağladığı tartışmak. Böylelikle odağımızı da oldukça farklılaştırmış olmaktayız. Tilly eserlerinde sıklıkla kamusal siyaset (public politics), kamusal performans (public performances) ve kamusal hak arama (public claim-making) kavramlarını kullansa da, kamusal alan kavramını hemen hiç kullanmamaktadır. Tilly bir model olarak kamusal alan fikrini hayranlık uyandırıcı bulsa da, kavramın analitik olarak değersiz olduğunu düşünür. Habermas ve Tilly arasındaki fark sosyal tarih ile normatif önerileri birleştiren bir model ile tarihsel sosyoloji arasındaki fark şeklinde özetlenebilir. Tilly ve Tarrow’un katkılarını toplumsal hareketler literatürünün Kaynak Mobilizasyonu Kuramının hem içinde yer alan, hem de onun eleştirisini geliştiren Politik Süreçler Kuramı olarak adlandırmak mümkün. Kaynak Mobilizasyonu Kuramı örgüt altyapısının etkinliğini toplumsal hareketlerin başarısının temel faktörü olarak görme eğilimindedir. Tilly ve Tarrow’un yaklaşımında ise vurgu harekete dışsal olan olanaklara kaymaktadır. Bu yaklaşıma göre eylemi belirleyen spesifik bir politik fırsattın varlığı ya da yokluğudur. Politik fırsat farklı şekillerde tanımlanır. Tarrow politik fırsat için “siyasal iklimin insanlara, başarı ve başarısızlık beklentilerini etkileyerek kolektif eyleme girişme saiki veren boyutları” tanımını önermektedir. Politik fırsattan söz edebilmek için, siyasal iklimin bu boyutlarının, resmî ve sürekli olmasa bile tutarlı olması gerekmektedir. Dışsallık vurgusu ile toplumsal hareket ile devlet arasındaki ilişkiye atfedilen önem artar. Bu çerçevede, toplumsal hareketler baskının azaltılması ve elitler arası çatışmadan yararlanarak büyürler. Tilly ve Tarrow’un benimsedikleri açıklama modeline göre sosyal hareketlerin meydana geliş süreçlerinde kaynaklar kadar politik süreçler de önemlidir. Politik süreç üzerinde özellikle vurgu yaparak, sosyal hareketlerin oluşum dinamiklerini açıklamaya çalışan Tarrow’a göre, sosyal hareketlerin ortaya çıkışını kolaylaştıran dinamikler; politik fırsatlar, sosyal ağ ve ideolojik çerçevelerdir. Politik süreçler modeli/çerçevesi Gezi sürecini anlamak için ne gibi imkânlar sunuyor sorunu yanıtlarken ilk olarak dışsallık vurgusunun polis şiddetinin Gezi direnişindeki kurucu rolünü anlamak için önemli olduğunu söylemek gerek. Dahası bu çerçevenin iki temel katkısını Gezi ile ilişkili olarak düşünmek gerekiyor. Birincisi bir kavramsal katkı: çekişme (contention). İkincisiyse Tilly’nin sunduğu eylem repertuarları tasnifi. Tilly Avrupa devrimleri tarihine ve işçi hareketlerine bakarak çekişmenin eylem repertuarını inceler. Her toplulukta insanlar taleplerini dile getirme konusunda sınırlı sayıdaki yerleşik yola başvurur. Bu yollar kolektif eylem repertuarını oluşturur. Repertuarın eylem biçimleri daha önceki talepleri dile getiriken verilen mücadelelerde olgunlaşmış eylem biçimleridir. Tilly’nin incelediği eylem repertuarı içinde teneke çalmak, alaylı sözlerden slogan üretmek ve açık saçık şarkılar da vardır. Savaşlar, isyanlar, devrimler, (çoğu) sosyal hareketler, grevler, ayaklanmalar, eşkiyalık ve kolektif mücadelenin çoğu biçimi bu tanıma göre çekişmeci siyasetin örnekleridir. Tilly’nin ifadesi ile çekişme performansları öğrenilmiş hak arama biçimleridir (making claims). Tilly çekişmeyi bu şekilde tanımladığında, çekişmeci siyasetin tanımının üç unsuru da belirmiş olur: Temel unsurlar hak aramak ve itiraz etmektir. Bunlara argüman kurmayı da eklemek gerekiyor. Tilly’nin ifadesiyle insanlar suçlama, karşı çıkma, direnme, talep etme gibi kelimeler kullanarak itirazlarını ve talep etme süreçlerini betimlerler. İtiraza eşlik eden eylemler saldırmak, kovmak, tahrik etmek, telin etmek, alkışlamak, çiçek atmak, şarkı söylemek ve kahramanları omuzlara almaktır. Tilly’nin önerdiği çekişmeci siyaset çerçevesinin Gezi sürecindeki izdüşümünü analiz ederken, süreci üç aşamaya bölmek gerekmekte. Birinci ayrımı 1 Haziran Cumartesi günü, öğleden sonradan itibaren polisin parktan çekilmesi ve protestocuların parka girmesi anı üzerinden yapmak isabetli olur. Bu andan itibaren Gezi Parkı odaklı çatışmalar azalmıştır. Dolayısıyla birinci aşama olarak, bu ayrım anından öncesine denk düşen, çatışma aşamasını tespit etmek gerek. 30 Mayıs Perşembe sabahı Gezi’de kamp kurmuş olan çevrecilere polis müdahalesi ile başlayan (süre olarak sınırlı bir müdahale) bu aşamada ikinci polis müdahalesi 31 Mayıs Cuma sabahı gerçekleşir. Bir önceki güne çok daha şiddetli olsa da bu müdahale sonrasında da kesintisiz çatışma olmaz. Esas kritik an 31 Mart Cuma günü öğlen 13’te parkın Divan Oteli tarafından yapılmak istenen basın açıklaması ile gelir. Polisin bu basın açıklamasına yönelik sert müdahalesi sonrası 24 saatten fazla sürecek çatışmalar başlar. Bu birinci aşama, tas tamam bir çekişme aşamasıdır. Tilly’nın saydığı fiilerin çoğu (kovmak, tahrik etmek, telin etmek, alkışlamak, şarkı söylemek) bu birinci aşamada protestocuların fiileridir. Biber gazı, TOMA’lardan sıkılan su, hükümet yönelik istifa çağrıları, alkışlı protestolar, “Sık bakalım” şarkısı birinci aşamada Taksim sokaklarındaki atmosferi belirler. Süreç çekişmenin itiraz etme anlamına denk düşmektedir. Yukarıda, Fraser’ın karşıt-kamusallığın ajitatif etkinlikler için bir mecra olduğuna dair vurgusu aktarılmıştı. Fakat bu vurguya karşın, karşıt-kamusal alan kavramını öneren kuramcıların somut deneyimlerin içerdiği çatışma ve şiddet boyutlarını yeterince hesaba katmadıkları görülüyor. İşte tam da bu nokta, Gezi’yi anlamaya çalışırken çatışmacı siyaset modelini akılda tutmanın önemine işaret etmekte. 1 Haziran Cumartesi günü akşamından itibaren parkta ve yakın çevrede polis olmadığı için çatışmasızlık ortamı oluştu. Bu çatışmasızlık ortamında bir yandan Habermas’ın klasik kamusal alan modelini hatırlatan forumlar yapılıyor, diğer yandan da Negt ve Kluge’nin karşıt-kamusal alanlarda gözledikleri dayanışma ve karşılıklılık (reciprocity) ilişkileri şekilleniyordu. Gezi’yi “paranın geçmediği bir yere” dönüştürme tahayyülü farklı pratiklerde somutlaşmaktaydı. Bu ikinci aşama 15 Haziran Cumartesi akşamı parkın dehşetengiz bir polis müdahalesi ile tamamen boşaltılıp kapatılmasına kadar devam etti. Gezi Parkı’ndaki çatışmasızlıkla karakterize olan bu ikinci aşamada da çekişmeci siyasetin bir dizi unsuru söz konusuydu. Herşeyden önce Gezi ve civarında polis ile çatışmalar olmasa da gerek İstanbul’un diğer semtlerinde, gerekse başta Ankara ve Antakya olmak üzere diğer şehirlerde polisle protestocular arasında çatışmalar sürüyordu. 2 Haziran İstanbul Ümraniye’de Mehmet Ayvalıtaş’ın öldürülmesi, 3 Haziran’da Antakya Armutlu’da Abdullah Cömert’in polisin gaz fişeği ile vurularak öldürülmesi, 1 Haziran’da Ankara Kızılay’da polis kurşunu ile vurulan Ethem Sarısülük’ün 14 Haziran’a kadar hastanede verdiği yaşam mücadelesi, Eskişehir’den gelen Ali İsmail Korkmaz’ın polis tarafından öldüresiye dövüldüğüne ilişkin haberler ve yüzlerce yaralanma, yüzlerce gözaltı gerginliğin ülkenin farklı noktalarına yayıldığını göstermekteydi. Elbette bu gerilim en sakin zamanlarda bile Gezi Parkı’na da sirayet etti. Dahası parkın içinde de zaman zaman biber gazı hissediliyordu. Örneğin 3 Haziran Pazartesi günü akşam saatlerinde, yani parkın en yoğun olduğu saatlerde, fiili polis müdahalesi olmamasına karşın atılan gazlardan ciddi sayıda insan etkilendi. 1 Haziran ile 15 Haziran arasındaki dönem bu kısmî biber gazı müdahaleleri aralıklarla sürdü. Bu nedenle ikinci aşama boyunca parkta stresten görece uzak zamanlar olsa da, insanların gaz maskelerini takmak durumunda kaldıkları zamanlar da oldu. Bu ikinci aşamda park yönelik en ciddi polis müdahalesi 11 Haziran Salı sabahı yaşandı. Taksim Meydanı’ndaki pankartları indirmek için alana gelen polis bu kez daha yoğun biçimde parkın içine gazla müdahale etti. Ankara’da hükümet ile Taksim Dayanışması heyeti arasında başlayan görüşmeler boyunca da yukarı belirtilen çekişmeci siyasetin üç unsurunu da gözlendi. Bu görüşmeler bir yanıyla hak arama, talepte bulunma ve itiraz etme süreciydi. Ve Bir yandan da bu görşmelerde, tarafların arasındaki sert hiyerarşik ilişkiye karşın bir dizi argümanlar dile getiriliyordu. Bu görüşmeler Gezi’deki protestocular tarafından da yakından takip edilmekteydi. Görüşmelere baştan itibaren eşlik eden parkı zorla boşaltma tehdidi de doğrudan parka yansıyordu ve ortamdaki çekişmeyi elle tutulur hale getiriyordu. üçüncü aşama ise 15 Haziran Cumartesi akşamı parkın boşaltılmasına dair müdahale ile başladı. Bir bakıma üçüncü aşama ilk aşamanın daha da şiddetlisiydi. Tilly çekişme sürecindeki performansların dışsal kısıtlar ve birikmiş deneyimlerin sonucu olduğunu ifade eder. Bu tespit Gezi sürecinde, başta Çarşı olmak üzere, taraftar gruplarının oynadıkları rolü açıklamaktadır. Bu grupların daha önceki çatışma deneyimleri, slogan atma deneyimleri, gergin anlarda dağılmama ve birlikte hareket edebilme deneyimleri Gezi sürecinde seferber olan kitelenin genel çekişme performasına ciddi katkıda bulunmuştur. Çarşı’nın repertuarında hazır olan “sık bakalım” şarkısındaki itirazın getirdiği ivme bile önceki deneyimlerin rolüne işaret eder. Tilly çekişme sürecinin bir kolektif öğrenme (collective learning) süreci olduğuna da işaret eder. Gezi direnişi boyunca da protestocuların kolektif öğrenme deneyimleri sayısız kereler gözlendi. Bu öğrenme sürecinin kapsamına parktaki sakin zamanlarda öne çıkan dayanışma ağları örme ve forum deneyimleri de dahildi. Ama belki bu deneyimlerden de önemlisi insanlar çekişme süreçlerine katılmayı öğrendiler. Bu bir taraftan, çatışma anlarına ilişkin bilgilerin oluşturulması, paylaşılması ve uygulanması anlamına geliyordu. Biber gazına karşı nasıl önlem alınır, Vicks’li maske nasıl hazırlanır, Talcid’li su ne işe yarar türünden bilgiler hep kolektif öğrenme sürecinin uğrakları olarak öne çıktı. Diğer taraftan, çekişme sürecine katılan insanlar taleplerini formüle etme, farklı mecralar aracılığıyla duyurma ve oluşmuş talepleri ortaklaştırma bağlamında da ciddi tecrübe edindiler. Burada tartışmamıza Tilly’nin eylem repertuarları tasnifiyle devam edecek olursak, çekişme sürecinde talepleri dile getirmeye dair hazır yöntemler anlamıyla eylem repertuarları deneyim ve kolektif öğrenme ile yakından ilişkilidir. Eylem repertuarları sayesinde mücadele verenler (contenders) ortak eylemde buluşurlar. Tilly Britanya örneğinde halk hareketlerini incelerken eylem repertuarlarını iki grupta tasnif eder. Birinci grupta mahallî (parochial), çatallaşmış (bifurcated) ve partiküler (particular) eylemler yer alır. Bu eylemler tek bir cemaatin çıkarlarına ve yerel etkileşime dayandıkları ölçüde mahallîdir. Tilly bir çatallaşmadan söz eder, çünkü Britanya örneğinde gözlediği sıradan insanların yerellerini ilgilendiren meselelerde doğrudan eylemlere başvururlarken, ülke genelini ilgilendiren konularda şikayetlerini yerel ileri gelenlere ve otoritelere aktarmakla yetindiklerini gözlemektedir. Tilly bu eylemleri partiküler olarak nitelemektedir, eylem rutinleri grupları, meseleler ve yerellikleri arasında ciddi farklılık göstermektedir. Diğer uçta yer alan eylemler ise kozmopolit (cosmopolitan), modüler (modular) ve özerk (autonomous) niteliktedirler. Kozmopolit eylemler, birden fazla yerelliğe yayılan meseleleri konu edinirler ve aldıkları kararlarla farklı yerelliklere temas eden iktidar merkezlerini etkiler. Modüler eylemler bir muhit ya da durumdan bir diğerine kolaylıkla aktarılabilir. Eylemlerin özerkliği, başlangıç inisiyatifinin hak talep edenlerden (claiments) gelmesi ve bu kişilerin diğer hak talep edenlerle ve ülke ölçeğinde önemli iktidar merkezleri ile doğrudan temasa geçmeleri ile ilgilidir. Tilly daha sonra bu tasnifi Avrupa’nın farklı ülkelerideki demokratikleşme ve hak arama süreçlerini incelediği çalışmalarından da kullanır. Tilly mahallî, çatallaşmış ve partiküler kolektif eylemlerin izin verilmiş kamusal kutlama ve meclislerde şikayet ve taleplerin sunulması ilkesini benimsediğini ve esas olarak izin verilen eylem araçlarını kullandıkları ölçüde demokratik olmadıklarını; buna karşın kozmopolit, modüler ve özerk nitelikteki kolektif eylemlerin demokratik olduğunu belirtir. Tilly’ye göre demokratik kolektif eylemler otoritelerce hiç kullanılmamış (ya da nadiren kullanılmış) araçları tercih ettikleri ölçüde özerktirler. Bu eylem türlerinde, görünür kamusal yerlerde (visible public places) yapılacak önceden planlı eylemler tercih edilir. Talepler (claims) belirlenmesi müzakere süreci ile gerçekleşir. Otoritelere ve temsilcilerine meydan okuma, renkli bayrakların ve pankartların eşlik ettiği eylemin önemli bir özelliğidir. Tilly, demokratikleşme sürecine çekişme repertuarlarının (repertoires of contention) esas olarak mahallî, çatallaşmış ve partiküler etkileşimden, kozmopolit, modüler ve özerk etkileşimlere yöneldiğini belirtir. Tilly’nin sunduğu bu sınıflandırma Gezi direnişi hakkında bizlere ne söylüyor? Öncelikle Gezi direnişinde itiraz belirli bir mahalle ilişkin başlamış olsa da Gezi protestolarını mahallî olarak nitelemek mümkün değildir. Polis şiddeti eleştirisini merkeze koydukları ve hükümetin farklı konulardaki karar ve tavırlarını eleştirdikleri ölçüde farklı kentlerdeki protestocular mahallî bir kolektif eylemden uzaklaşmış olurlar. Gezi sürecinde karşımıza çıkan çekişme çatallanmış olarak da nitelenemez; çünkü protestocular sadece yerel yöneticilerle değil, kim kendilerini muhatap olarak görüyorsa onlarla görüşmüşler ve bu çerçevede Ankara temasları gerçekleşmiştir. Gezi protestoları partiküler olarak nitelenebilir mi? İstanbul ve diğer kentlerdeki eylem biçimleri arasında önemli farklar elbette söz konusudur. Fakat bu eylem biçiminden kaynaklanmamakta, tekrar dışsal faktörlere geri dönecek olursak, eylemcilerin park benzeri bir yeri, polis varlığı olmaksızın, kontrol edememesinden kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede, protestolar sırasında kullanılan sloganların bir kentten diğerine kolaylıkla transfer edilebildiği de gözlenmiştir. Bu çerçevede Gezi protesto dalgasının kozmopolit ve modüler olduğu söylenebilir. Ayrıca farklı kentlerdeki protestocular iktidar merkezleri ile temas etmedilerse de, her kentte protestoların özerk bir inisiyatif ile başladığı söylenebilir. Başka bir ifadeleyle bu bakımdan karşımızda özerk bir kolektif eylem dalgası olduğunu tespit etmek gerekiyor. Bütün bu kıstaslar bir arada düşünüldüğünde Gezi gözlenenin, Tilly’nin terminolojisini takip edecek olursak, demokratik bir repertuar olduğunu ve Gezi direnişinin demokratikleşmeye yönelik olduğunu vurgulamak gerek.
Sonuç Yerine
Gezi direnişine dair bu tartışmadan vurgulanmaya değer yönler nelerdir? Karşımıza çıkan resminde kamusal alanların çoğulluğuna dair vurgu ve karşıt-kamusal alanları önemseyen tavır önemli bir unsur olarak çıkıyor. Fraser’ın madun karşıt-kamuların ve söylemsel mücadele alanlarının çoğalmasında gördüğü özgürleştirici potansiyeli önemsemek gerekiyor. Karşıt-kamusal alanların önemini düşünürken, hemen her dönemde devlet ve iktidar mekanizmalarının kendi güçlerini sembolize edebilmek için mekânsal düzenlemelere ihtiyaç duyduklarını, bu nedenle kamusal alanın oluşturulmasından ve regüle edilmesinden kendi meşruiyetlerini ürettiklerini hatırda tutmak gerek. Taksim Meydanı’nın tarihini düşündüğümüzde de devlet ve iktidar sembolerini içeren ve her dönemde iktidar tarafından yeniden düzenlenen, kurallara bağlanmak istenen bir kamusal mekân karşımıza çıkıyor. Bu çalışmada anlatılanı, tekil kamusal alanda protestocuların nasıl karşıt-kamusallık oluşturulduğunun öyküsü şeklinde de özetlemek mümkün. Yukarıdaki tartışma bu karşıt-kamusallık oluşturulma sürecinde çekişme boyutunun önemini vurguluyor. Başka bir ifadeyle bu tartışmada, karşıt-kamusallığın, tekilliği öngören Habermasçı klasik modelin küçük ölçekte bir türevi olmadığını, karşıt-kamusallığın fikir tartışmalarının doğasından farklı bir çekişme, itiraz ve hak arama süreci olduğu vurgulanıyor. Böylelikle, karşıt-kamusal alanın oluşumunda çekişmenin rolü vurgulanıyor. Gezi direnişi Negt ve Kluge’nin kullanımlarıyla kamusal bir deneyim. Bu deneyim Tilly’nin kolektif eylem sınıflandırmasını izleyecek olursak, kozmopolit, modüler ve özerk nitelikleriyle demokratikleşme ile ilişkili bir deneyim. Bu çerçevede Gezi direnişini, içinde çekişmeyi de barındıran bir demokrasi deneyimi olarak değerlendirmek gerekmekte. Castells toplumsal hareketlerin hâlâ yapım aşamasındaymış gibi görünen mirasının yeni bir demokrasi olduğunu söylüyor. Bu tespitin Gezi için de geçerli olduğunu söylemek mümkün. Gezi direnişindeki itirazda, çekişmelerde, forumlarda ve devlet erkinin karşısında bir kamusallık yaratma ısrarında da bu türden bir demokrasi arayışı vardı.
--------------------------------------------
[ 1 ]. David Harvey, Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s. 223.
[ 2 ]. Nilüfer Göle, “Gezi: Bir Kamusal Meydan Hareketinin Anatomisi”, T24 İnternet Gazetesi, 6 Haziran 2013, [http://t24.com.tr/yazi/gezi-bir-kamusal-meydan-hareketinin-anatomisi/6824, erişim tarihi 6 Nisan 2014]
[ 3 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 10.
[ 4 ]. Jürgen Habermas, “Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale”, Birikim, sayı 70, 1995, s. 62-66.
[ 5 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 131.
[ 6 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 113.
[ 7 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 106.
[ 8 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 107.
[ 9 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 107.
[ 10 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 133.
[ 11 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 207.
[ 12 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 203.
[ 13 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 211.
[ 14 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 213.
[ 15 ]. Jürgen Habermas, Moral Consciousness and Communicative Action, The MIT Press, Cambridge, 1990, s. 195-196.
[ 16 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 222.
[ 17 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 223.
[ 18 ]. Peter Uwe Hohendahl, “Critical Theory, Public Sphere and Culture: Jürgen Habermas and His Critics”, New German Critique, sayı: 16, 1979, s. 89-118.
[ 19 ]. Peter Uwe Hohendahl, a.g.m.
[ 20 ]. Oskar Negt ve Alexander Kluge, “Kamusal Alan ve Deneyim: Burjuva ve Proleter Kamusal Alanların Örgütlenmesi Üzerine”, Defter, sayı 16, 1991, s. 65-76. Oskar Negt ve Alexander Kluge, Public Sphere and Experience: Toward an Analysis of the Bourgeois and Proletarian Public Sphere, University of Minnesota Press, Minneapolis, 1993. Ayrıca bkz. Oskar Negt ve Alexander Kluge, “Kamusal Alan ve Tecrübe’ye Giriş”, Kamusal Alan içinde, (der.) Meral Özbek, Hil Yayın, İstanbul, s. 133-139.
[ 21 ]. Miriam Hansen, “Yirmi Yılın Ardından Negt ve Kluge’nin ‘Kamusal Alan ve Tecrübe’si: Değişken Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar”, Kamusal Alan içinde, (der.) Meral Özbek, Hil Yayın, İstanbul, 2004, s. 141-177.
[ 22 ]. Örneğin Oskar Negt ve Alexander Kluge, Public Sphere and Experience, s. 22.
[ 23 ]. Nancy Fraser, “Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı”, Kamusal Alan içinde, (der.) Meral Özbek, Hil Yayın, İstanbul, 2004, s. 103-132.
[ 24 ]. Jürgen Habermas, “1990 Baskısına Önsöz”, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 13-56.
[ 25 ]. Nancy Fraser, a.g.m.
[ 26 ]. Hale Çelebi ve Seher Kalkan, “Ağaçtan Büyüyen İsyan”, Feminist Politika, sayı 19, 2013, s. 9-10. Ayrıca bkz. Amargi, “Gezi, Bizim Gezi” başlıklı dosya, sayı 30, 2013.
[ 27 ]. Jürgen Habermas, Moral Consciousness and Communicative Action, s. 103.
[ 28 ]. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 113.
[ 29 ]. Ömer Turan, “Gezi Parkı Direnişi ve Armağan Dünyası”, Toplumsal Tarih, sayı 238, 2013, s. 62-73.
[ 30 ]. Ayşen Uysal, “Devlet şiddetinin biyografik sonuçları: 1970’li yılların militanlarının siyasal yol haritaları”, Toplum ve Bilim, sayı 127, 2013, s. 176-195.
[ 31 ]. Cihan Tuğal, Gezi’nin Yükselişi, Liberalizmin Düşüşü, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 15-16.
[ 32 ]. Cihan Tuğal, a.g.e., s. 24.
[ 33 ]. Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 24.
[ 34 ]. Gezi’deki sohbetlerimizde ısrarla bu noktaya dikkatimi çeken Kudret Çobanlı’ya mahsus teşekkür ederim.
[ 35 ]. Jürgen Habermas, “1990 Baskısına Önsöz”, s. 20-21.
[ 36 ]. Iris Marion Young, “Communication and the Other: Beyond Deliberative Democracy”, Democracy and Difference: Contesting the Boundaries of the Political içinde, (der.) Seyla Benhabib, Princeton University Press, New Jersey, 1996, s. 120-135.
[ 37 ]. Platon, Gorgias ya da Retorik Üstüne, Kaf Yayınları, İstanbul, 1999, s. 126-165.
[ 38 ]. Iris Marion Young, a.g.m.
[ 39 ]. Mustafa Emirbayer ve Mimi Sheller, “Publics in History”, Theory and Society, sayı 28, 1999, s. 145- 197.
[ 40 ]. Sidney Tarrow, Power in Movement: Social Movements, Collective Action and Politics, Cambridge University Press, Cambridge, 1994, s. 85.
[ 41 ]. Doğan Çetinkaya, “Tarih ve Kuram Arasında Toplumsal Hareketler”, Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim içinde, (der.) Doğan Çetinkaya, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 15-61.
[ 42 ]. Sidney Tarrow, Power in Movement, s. 23-24.
[ 43 ]. Bu kurucu rol hakkında bkz. Ayşen Uysal, “Polis halkı isyana teşvik eder mi?: Protesto eylemlerinin kaynağı olarak polis şiddeti,” Birikim, sayı 291-292, 2013, s.77-83.
[ 44 ]. Charles Tilly, Avrupa’da Devrimler: 1492-1992, Literatür Yayınları, İstanbul, 2005, s. 48.
[ 45 ]. Doug McAdam, Sidney Tarrow ve Charles Tilly, “Towards an Integrated Perspective on Social Movement and Revolution”, Comparative Politics: Rationality, Culture, and Structure içinde, (der.) Mark Irving Lichbach ve Alan S. Zuckerman, Cambridge University Press, Cambridge, 1997, s. 142-172.
[ 46 ]. Charles Tilly, Contentious Performances, Cambridge University Press, Cambridge, 2008, s. 4-5.
[ 47 ]. Bu üç unsur, making claim kalbının Türkçe karşılıkları olarak düşünülmeli.
[ 48 ]. Bu noktayı Gezi direnişi ve toplumsal haretler hakkında yürüttüğümüz ortak çalışma kapsamında Burak Özçetin ile birlikte formüle ettik; kendisine teşekkür ederim.
[ 49 ]. Ömer Turan, “Gezi Parkı Direnişi ve Armağan Dünyası”.
[ 50 ]. Charles Tilly, Contentious Performances, s. 5.
[ 51 ]. Charles Tilly, Roads from Past to Future, Rowman and Littlefield, Lanham, 1997, s. 11.
[ 52 ]. Charles Tilly, Popular Contention in Great Britain: 1758 – 1834, Harvard University Press, Cambridge, 1995, s. 45.
[ 53 ]. Charles Tilly, Popular Contention in Great Britain: 1758 – 1834, s. 46.
[ 54 ]. Charles Tilly, Contention and Democracy in Europe, 1650-2000, Cambridge University Press, New York, 2004, s. 31.
[ 55 ]. Charles Tilly, Contention and Democracy in Europe, 1650-2000, s. 255.
[ 56 ]. Manuel Castells, Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları, s. 210.