Free Essay

Oguz Atay

In:

Submitted By laysamina
Words 1975
Pages 8
İncir Çekirdeğinden Dertler Edinen Adam; Oğuz Atay.

Kapını çalıyorum ey okuyucu, bir borcu ödememe tanıklık et diye. Her ne kadar ödense de, eksik kalacak bir borcu azaltmama yardım et diye. O bana erken, ben ona geç kalsam da “Ben de buradayım” diye…

Hani derler ya “incir çekirdeğini doldurmaz” diye, bu adamın anlattıkları da durup düşünmediğimizde o çekirdekleri doldurmayan dertler belki. Ama hadi gelin dürüst olalım kendimize, aslında pek çoğumuz en azından bir kere bu dertlerden en azından birini büyütüp büyütüp hayatının merkezine koymadı mı? “Hem öleyim, hem de cenazemde insanların benim için nasıl yas tuttuğunu görecek kadar canlı olayım” diye geçirmedi mi aklından mesela? Eh, öyleyse bu durumda ustanın yazdıklarını “Büyük Hayat Ansiklopedisi” gibi düşünebilirsiniz. Herkesin derdi de hep aynı olacak değil ya, a canım? Herkesin düşünebileceği dertleri – ama hepsini - içeren yazılar, romanlar, öyküler, oyunlar, günlükler işte karşımızdakiler ve onları yazan adam: Oğuz Atay.

Bir Kapı Aralanırken
Yeni bir solukla başlarken yazmaya aklımda ne zamanlardır olan bir borcu – hem anlattığım ustaya, hem de onu anlatmaya söz verdiğim bir dosta – ödemek niyetiyle çıktım yola. Belki sonbaharın gelişinden (Oğuz Atay’ı sonbahara – ve hatta Kasım’a – yakıştırırım ben çünkü), belki de bu borcun yükünü daha fazla bekletmek istemediğimden “gün bugündür” dedim çıktım yola. Ama karıştırdıkça sayfalarını kitaplarımın, okudukça hakkında yazılanları; yükümün ağırlığını daha iyi anladım.
Peşinen borcumun tamamen ödenemeyeceğini, ne yazsam Oğuz Atay hakkında hep eksik, “kurtarmaz” kalacağını kabullenip kuşandım kalemimi. Kusurlarım affola…
Bu yazı kağıt ve kalemle yazıldı önce, sonra dijital dünyaya süzüldü. Kitaplar okunurken altı çizilmedi, “nasılsa hepsi” diyerek yanlarına çarpı atıldı paragrafların. Okumalar sırasında bolca Ezginin Günlüğü dinlendi. Satır aralarında gülündü, sonra ağlandı. Kitaplar kapatılıp kaldırılırken eski bir dostla ayrılır gibi vedalaşıldı. Ve sonunda, vakit geldi çattı. İşte sahne! İşte yüzleşme Zamanı!

Doğum ile Ölüm Arasındaki Mesafe
(1934 – 1977). Kısacık bir parantezin içine bir mühendislik diploması (inşaat mühendisliği), bir doçentlik unvanı, biri TRT Roman ödüllü (1970) üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, iki evlilik, bir evlat ve pek çok dost. Kendisini anlamadığını düşündüğü – ve muhtemelen çoğu da gerçekten anlamayan – bir dolu tanıdık – tanımadık insan. Avukat bir baba ile öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Oğuz, başarılı bir öğrencilik hayatının ardından babasının istekleri doğrultusunda mühendis olur. Hem de İnşaat mühendisi. Kendi arzularını terk edip ailesinin isteklerine uyan bu adam sonrasında yıllar geçip romanlarını yazdıktan sonra bile, “mühendis olmasaydım ne olurdum bilemiyorum” diyecek kadar bağlanır mesleğine yine de. Yaptığı her işi layıkıyla yapan eski adamlardandır çünkü… Genç yaşında Profesörlük mertebesine erişecekken, ömrü vefa etmeden gittiğinden, doçentlikle noktalaması akademik hayatını işini iyi yaptığını göstermez mi zaten?
İşin acı yanı belki kafasını bunca kullanan Atay’ın “kafasından” ötürü sona ermesidir hayatının. Beynindeki üç urdan ikisi ameliyatla alınmış, ancak üçüncüsü tehlikeli bir bölgede olduğu için bırakılmış. Ölümüne de işte bu sebep olmuş. Nasıl bir ironi, nasıl bir oyun? Bu da hayatın bir cilvesi olsa gerek…

Okuyucunun diline pelesenk, Oğuz Atay’ı anlamak
İlk yazdığı kitapla ödül kazanmasına rağmen bastıracak yayınevi bulamayan Oğuz Atay, seneler sonra böylesine hummalı kitlelerce okunup, sevilip, “tutunamayan” insanlar ekolü yaratacağını öngörmüş müdür? Bilinmez…
Bildiğim – kendi adıma – döneminin dışında bir tarzla yazan Atay’ın dönemin bırakın sıradan okuru, yazar – eleştirmen takımının dâhil olduğu edebiyat çevrelerinde de yabancı kabul edilmesine içerleyip yalnızlık hissiyatına kapıldığı. Okuma oranı düşük, okuduklarını düşünüp değerlendirme oranı ise - korkarım – ondan da düşük olan bir toplumda, hayat gailesinin insanları boğduğu, ekmeğin aslanın ağzında değil midesinde olduğu dönemlerde – hele hele şimdi olaydı, hali ne olurdu kim bilir? – Türk okurunun 700 sayfayı aşan yekûnu ile “Tutunamayanlar”ı okuyabilmesi, üstelik de alışılmışın dışındaki üslubu ile belki de dönem okuyucusundan boyunu aşan şeyler istemekti.
Ancak hatırlamak gerekn gerçek şudur ki; her yazar yazdığını az da olsa çocuğu yerine koyar. Onun için en iyisini ister, okunsun, beğenilsin, takdir edilsin… Belki Atay’ın da yanılgısı buradaydı. Toplum ile eseri arasındaki mesafeyi baktığı gibi görüp yorumlamasıydı hatası. O mesafe zamanla kapanacaktı çünkü adım adım, gün be gün. Yazık ki ömrü vefa etmedi mesafelerin kapandığını görmeye… Belki bunca kısa yaşayacağını gizliden sezmiş ve çabucak anlaşılmak “tutulmak” istemişti. Yahut da şimdiki hali görse, tamamen yanlış anlaşıldığını düşünüp üzülecek; “tutunamayanlar”ın ne çok olduğuna şaşırarak, “Kaybedenler Kulübü”nün aslında bir tür “farklılık özentisi” olduğuna kanaat ederek böylesi sevilmekten ıstırap duyacaktı.
Biraz bakarsanız etrafa – bence – birkaç ana grup görünür “Oğuz Atay edebiyatı” için. En kolayı ile başlarsak, “sevmeyenler”i işaret edebiliriz. Her yazar gibi bu yazarın da sevmeyeni olabilir, birinci grup bunlardır. İkinci grup ““Tutunamayanlar”ı bitiremeyenler”dir, ki bunlar epey kalabalıktır. Şaşırtıcı üslup okuru yormuş, hikâye okuyucuyu kitaba almamış, dışarıda bırakmıştır. Belki zamanları gelmemiş okuyuculardır bunlar, belki de klasikten şaşmazlar… Üçüncü grup biraz çetrefillidir. Oğuz Atay’ı okumuş, anlamış – ama belki biraz yanlış anlamış – kendilerinin de birer “tutunamayan” olduğuna hükmetmiş, bir nevi “kaybedenler” edebiyatı ile yaşayan ama aslında kaybedecekleri değerlerin farkında olmayan – bence kayıp – okuyucular. Bunları her yerde “yalnızım, kayboldum, mutsuzum, kimse beni anlamadı” serzenişleri ile Olric veya Hikmet’ten bahis açarken – öyle değil mi Albay’ım? – görmek mümkündür. Dördüncü grup okuyucu da anlamıştır Atay’ı. Ancak bunlar gerçekten hayata tutunamamış kişilerdir. Kendilerinin tariflendiğini düşünürler okuduklarında ve gönülden bağlanırlar Atay’a. Kimse onları görmezken onların öyküsünü yazdığı için… Ve son grup, Atay’ı anlayan, kaybedecek çok şeyi olan ama hayatı sıkı sıkı tutarak kendi değerleri ile yaşayan, başkalarınca belki “tutunamayan” ama kendilerince hayatı tam on ikiden tutturmuş okurlardır. Bittabi söylemek gerekir her okuyucu, Atay’ı kendince anlamıştır. Tıpkı benim de kendimce anlayıp yorumladığım gibi, her okur Oğuz Atay’ın anlatmak istediğini düşündüğü şeyi keşfetmiş ve yazdıklarını o minvalde okumuştur. Belki hatırlamak gereken en önemli şey, Atay’ı onun anlattığı şekliyle anlamakta ısrar etmek değil, anlamaya çalışmaktır.

Perde inerken
Boyumdan büyük başladım bu oyuna. Söz verdiğimde Oğuz Atay’ı yazmaya, bu kadar zorlu olacağını bilmiyordum. Ama söz ağızdan çıktı, kâğıda döküldü. Ödenecek borçlar vardı, verilmiş sözler… Herkesin farklı okuduğu, farklı anladığı, farklı anlattığı oysa pek çoğumuzun anlatmaya gücünün yetmediği bir yazar Oğuz Atay. Meğerki anlattığımıza dair inancımız varsa ne mutlu bize! Çok sözler yazmak istedim ama zormuş. Koca koca salonlarda sahnelere çıkıp konuşma yapmak gibi, herkesin gözü üstümde hissiyatı, okula – sınava – iş görüşmesine giderken ve aceledeyken şıpınişi terliklerle evden çıkmış olduğunu fark edip sıkıntıyla o rüyadan uyanmak gibiymiş meğer. Yolun sonuna gelirken, inerken perde eksikler, gedikler için özrünüzü talep eder, aynı pencereden bakmadığımız tüm Atay okurlarının hoş görüsüne sığınırım. Ne de olsa kalem kağıtla buluşmayı özlemiştir, acemidir, ürkektir, telaşlıdır, kusuru kuldandır.

Seçtim İncilerinden, Döktüm Yüzüne
Hiç bitirmek istemedim yazıyı ama nereden devam etmeli, onu da bilemedim. Belki bu sebeple de biraz, “Tehlikeli Oyunlar”dan seçtim çarpıcı birkaç cümle, zira hepsi satır satır yazılıp üstüne konuşulur Atay’ın her yazdığının. Tüm düşünen adam ve kadınların düşüncelerinin bileşkesi gibi bir beynin eserlerinden seçip örneklemek büyük iş ama henüz okumayanlara bir parmak bal çalmamak da haksızlık olur okuyuculara…

“Başkalarını mühim bulmayanlar, bir gün kendilerini de mühim bulmayanlarla karşılaşacaklardır, fakat bu hakikat, onların mühim bulmamış olduklarının mühim olduğu manasına da gelmez.”
Mühendislik denen hadisenin kişide yarattığı temel sorunun, hayatın her alanında çift yönlü düşünme kâbusu olduğunu bir cümledeki çaprazlama ile ortaya dökmek böylesi bir hünerin sonucu olsa gerek. Seneler senesi “o öyleyken bu böyle, bu böyleyken şu da şöyle ise, bu öyle olur mu?” sorunsalı ile cebelleştiğim hayatta, yalnız olmadığımı görmenin huzurudur belki bu cümleyi sevdiren. Ama düşünsenize, “Siz kendinizi nasıl mühim sandıysanız, başkaları da sanabilir ama bu hiçbir şeyi değiştirmez” demenin böyle büyülü bir havası olur muydu hiç?

“Bazı şeyler konuşulmaz oysa.”
“Yürünmez öyle hep, bazen susulur.” der Can Baba, “Kuşlar vardı” şiirinde. Bu şiiri hatırlatır şu kısacık cümle. Anne üzülmesin diye iş yerinde karşılaştığın kötü muameleyi, arkadaşın üzülmesin diye eski sevgilisinin yolunda giden hayatını anlatmazsın. Paran yokken evden çıkamadığın günlerde, eli kolu dolu gelen misafirlerle parasızlıktan konuşmazsın. Bazı şeyler konuşulmaz çünkü…

“Azgelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkürler gönderirler. Bin zorlukla yetiştirdiğimiz değerler göndeririz; dış ülkelerde çalışan yabancılar istatistiği gönderirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler.”
Avrupa ülkeleri ile ilişkimizi 33 kelime ile özetleyebilen bu paragraf okurken ağladıklarımdan. Yerli yersiz gözyaşlarımın hücum etmesinin sebebi Hikmet’in o çaresizliği mi, eli kolu bağlı mutsuzluğu mu bilmiyorum ama yıllar yılı kaderi değişmemiz memleketin hazin öyküsü bu paragraf. Bunu biliyorum.

“Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur.”
Bu gazete ilanının hepsini kesip yapıştırasım olsa da sadece başlangıcını paylaşıyorum seninle ey okuyucu. “İnsanlık öldü” diye sitemler ederken zaman zaman, böyle bir ağıt yakmak hangi aklın kıvrımlarında hayat bulmuştur Oğuz Atay’dan başka?

“…üç yanı denizlerle çevrili olan ülkemizin…”
“iki buçuk yanıdır, oğlum salim.”
Salim iki numara traşlı kocaman başını kaldırdı:
“o ne demek oluyor hikmet amca?”
“güney sınırlarının yarısı karadır da ondan.”
“yapma hikmet amca öğretmen kızar böyle şeylere.”
“kızmaz oğlum gerçeklere kızılmaz.”
İşte bir başka hayranlık örneği, “iki buçuk yan”, “gerçeklere kızılmaz.”
Gerçeklere kızılır oysa. Hem de çoğunlukla kızılır. Ama yine de “iki buçuk yan” hoş bir gerçektir, gülümsetir. Bunu düşünen bir düzine deliyi kucaklamak ister insan sonra, yine gülümser. Yakınlaştırır kimi zaman – kimi zaman da ayırır.

"Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür."
"Birimi var mı Hikmet Amca?"
"Birimi insandır."
İşte bir başka aforizmik laf öbeği daha. Peki, gerçeklere kızılmıyorsa niye “tatsız” diye atfedilir? Bazı hikayeler sadece siyah ya da sadece beyaz diye tanımlanamaz çünkü. Hayat bazen grileri döker önümüze biraz evvel beyaz dediğimiz aydınlık, kopkoyu bir siyaha dönüşür. Çünkü bazen gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.

“Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor anlıyor musun?”
En azından bir dönem cam kırıklarını kalbinde hissetmeyen kaç şanslı vardır? İşte o şanslı azınlıktan değilseniz eğer, bu iki cümle kâğıt kesikleri gibi gelir üstünüze. Çünkü her yanınıza sürekli batan o cam kırıklarını yok saymak, o kırıklıkla başa çıkmak mümkün değildir. Yazık ki hiç de mümkün olmayacaktır.

“Bilge beni ne yapsın? Ben kendimi ne yapacağımı bilmiyorum ki…”
İşte bir buhran ölçütü daha… Kendi kendisi ile başa çıkamayan, kendisiyle hesaplaşmayı bitirememişlerin sorunu. Kendisini ne yapacağını bilmemek, biri bakarken ellerini kapı arkasındaki askıya asılan gömlekler gibi boynuna asmak ya da düğümlemek göğsünün üstüne hangimizin yapmadığı bir şeydir ki?

“Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor.”
Hem ölmek, hem de cenaze törenimizi istemek… Bunun üzerine yazılmış öyküler okuduğumu hatırlar gibiyim. Her şey bir yana sırf “Ghost” bile, ölümünün ardından gidemeyip karısının yanında dolaşan bir adamın öyküsü değil midir, bir dönem gençliğinin salya sümük izlediği?

“Karım güzel değildi albayım. Ben de değildim. Fakat nasıl anlatsam 'benim' karımdı; canlı bir varlıktı. İnsan evine bir biblo alınca bile kendisini bir başka hisseder değil mi? Üstelik bu yumuşak biblo konuşuyor; 'kocacığım' diye çevremde dönüp duruyordu."
İnsanoğlunun temel gerçeği, aidiyet ve sahiplenmedir. Birilerine ait olma, birilerini sahiplenme, biriyle paylaşma, birileri tarafından onaylanma ve kabul görmedir tüm insanların kalbinin derinliğinde yatan arzu. Ne kadar gizlesek de, bilinçaltımızda bizi bekler, saklamak – inkar etmek nafile!

“Bir insanın, iyi kötü, ortaya bir eser koyması ne kadar zor, ne kadar takdire şayan bir gayrettir bilemezsin.”
“Ben ne koyuyorum ortaya albayım?" diye çekinerek sordu Hikmet.
“Kendini koyuyorsun evladım; daha ne koyacaksın..."
Albay’ımın en sevdiğim yanı Hikmet’i hep haklı çıkarmasıydı galiba. Göstermeden, usulca övmesi Hikmet’i. Belki de Hikmet’in dedikleri doğruydu. Albay’ım da diğer pek çok şey gibi, bize zihnimizin bir oyunu. Hem çok zaman, bizim de birer Albay’ımız yok mu?

“Söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de içine hicran olmasın. Hicran oldu anne!"
Ve son bir cümle, pek çok zamanların hissiyatının açık itirafı: “hicran oldu anne”. Oğuz Atay’ın karakterlerine kendini serpiştirdiğinin bir kanıtı bence… “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diyen yazarın hayal kırıklığını naifçe satır arasına koyduğu bir vedalaşma.

Yazar bu yazıyı yazarken…
Oğuz Atay’la ilgili çıkmış pek çok makaleyi – yazıyı okudu.
Bir yandan Oğuz Atay kitaplarını karıştırırken, bir yandan Jean Christoph Grange okuyordu. “Eksik bir şey mi var?” diye sorarken kimi zaman,
“Tuttu fırlattı kalbimi” diyerek de mırıldandı arada.
“İncir Reçeli”ni izledi tesadüfen… “Tutunamayanlar’ı suya düşürdü, kuruttu.
Sık sık bu tanışmaya vesile kardeşini andı.
Ve sonunda, “inceldiği yerden kopsun” diyerek,
Yazısını editörüne yolladı.

Similar Documents

Free Essay

Jklsa

...Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar Bütün Eserleri/2 İSTANBUL TEHLİKELİ OYUNLAR Oğuz Atay İletişim Yayınları / 27 1. Baskı: Sinan Yayınları, İst. 1973 2. Baskı: İletişim Yayınları, İst. 1984 ÖNSÖZ Ey Sevgili Okur, Şu elinde tuttuğun Tehlikeli Oyunlar'ı okumak üzere olduğun için seni ne kadar kıskandığımı açıklamakla başlamak istiyorum bir solukta yazıp bitirmek istediğim bu önsöze. Niçin mi kıskanıyorum seni? Heyecan ve serüven dolu bir yolculuğa benzeyen bu okuma uğraşıyla ilk kez karşı karşıya olduğun için elbet. Bu önsözü bir solukta yazıp bitirmek isteyişime gelince, belki bunun nedenini sen de kestirebilirsin. Oğuz Atay «önsözlerden hiç mi hiç hoşlanmazdı. O kendine özgü inceliğiyle bir güzel alaya alırdı her türlü önsözü. Ama bu kitabın XIV. Bölümünde de belirtildiği gibi, «Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. Ben, Hikmet IV. zamanında —yani Hikmet I. olduğum sıralarda— bu oyunu ciddiye almış ve bütün oyunları heyecanla seyretmiştim. Sonunda, kendi oyunumu, bütün bu oyunların dışında ve gerçek olarak yaşamağa karar verdim. İnsanlarımız, aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü, benzetememenin bezginliği içindeyken ben, bizlere bugüne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın —daha...

Words: 30522 - Pages: 123

Free Essay

Books

...Sevin için Ural’ın hatırasına 5 İçindekiler Önsöz / Ömer Madra 9 Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk / Enis Batur 13 SONUN BAŞLANGICI 17 YAYIMLAYICININ AÇIKLAMASI 21 Birinci Bölüm 23 İkinci Bölüm 243 Üçüncü Bölüm 439 Dördüncü Bölüm 547 TURGUT ÖZBEN’İN MEKTUBU 717 7 ÖNSÖZ Şaksiper Kimdir, Eseri Nedir? Yıllar önce yayımlanmış bir broşürün adıydı bu. Ne yazık ki artık adını hatırlayamadığım müellifi, ünlü İngiliz yazarını şöyle 15-20 sayfalık küçük ama yoğun bir broşürle anlatıyordu. Kitapçığın kapağında “Şaksiper”in resmi bile vardı. Oğuz Atay’ın hayatını ve eserlerini kapsayan bir önsöz yazmak çabası da işte bu “adsız” araştırmacınınki kadar acıklı ve tuhaf görünüyor bana. Zaten Oğuz Atay’ın kendisi de, pek çok kurumun yanı sıra “önsöz”leri tefe koyup yerlebir etmişti. Biraz sonra ayrıntısıyla okuyacağınız gibi, Tutunamayanlar’da şöyle diyor meselâ: “‘Hayatı ve eserleri’. Hiç bıkmıyorum bunları tekrar tekrar okumaktan. Yazarın her kitabını okurken ‘Hayatı ve Eserleri’ yeniden karşıma çıkıyor. Bir daha, bir daha okuyorum. Sanki önceden ‘Hayatı ve Eserleri’ni bilmiyormuş gibi yapıyorum: yeni baştan heyecanlanmak için. Yalnız, yazarlar arasında bir birlik bulunmaması beni yoruyor. Hiç olmazsa önsözleri yazanlar, yılda bir kere toplanmalı ve aralarında ortak esaslar tespit etmeli. Bugünkü durum esef verici. Bakıyorsun bir yazar, çok zor birleştiriyor kelimeleri. Bir türlü cümleleri kuramıyor. Öyle diyor önsöz amca. Geçer karatahtanın...

Words: 162885 - Pages: 652